Sefiller Kitabı Üzerine: İnsana Dair Her Şey
- Emine 🖊

- 24 Eki
- 3 dakikada okunur

Sefiller denince herkesin aklına ilk gelen isim genellikle Jean Valjean olur. Çünkü o hikâyenin merkezindedir; acının içinden geçip yeniden insan olmayı öğrenir. Ama benim o kitapta en çok etkilendiğim kişi Monsenyör Myriel’dir. Roman boyunca kısa yer tutar ama yaptığı tek bir davranış, bütün hikâyenin yönünü değiştirir.
Bir gün, herkesin kapısını kapattığı, dışlanmış bir adam onun kapısına geldi. Yorgundu, bitkindi, artık kimseden bir iyilik beklemiyordu. Ama o, herkesin korktuğu o adama kapısını açtı. Ne kim olduğunu sordu, ne geçmişini. Ona bir sandalye gösterdi, yemeğini paylaştı, bir gece de olsa kalacak yer verdi. Sadece bir insan olarak baktı ona. Ve o anda, birinin içindeki karanlığı yargılamadan, suçlamadan aydınlatmanın ne demek olduğunu gösterdi.
Bu davranış öylesine yapılmış bir şey değildi. Gerçek bir inançtan doğmuştu. İnsanlara “iyilik yapmalıyız” diyen türden değil, zaten iyiliğin kendisi olan bir duruştan. O, kimseyi değiştirmeye çalışmadı, sadece kapısını kapatmadı. Bazen birini yargılamamak, bir ömrü yeniden başlatır. Ve bunu yaparken bir söz bile söylemesine gerek yoktu. Bir tabak yemek, bir sıcak bakış, bir güvenli alan… Hepsi bir araya geldi ve o gece bir insanın hayatı değişti.
Bu kadar basit bir davranışın bu kadar güçlü olabilmesi beni çok düşündürmüştü. Çünkü biz çoğu zaman iyiliği büyütüyoruz; sanki büyük şeyler yapmak gerekiyormuş gibi. Oysa bazen en büyük iyilik, sadece birinin utanmadan var olmasına izin vermektir. Birinin “ben de değerliyim” diyebilmesine sebep olmaktır. İnsan, kendisini birinin gözünde insan olarak görünce iyileşmeye başlıyor. Ve bu, sözle değil, davranışla oluyor.
Ve o davranış, bir insanın kalbinde çok uzun zamandır sessiz duran bir şeyi uyandırır: iyiliğe olan inancı.
Birinin bir başkasına iyi davranabilmesi… Korkmadan, hesap yapmadan, karşılık beklemeden. Çünkü gerçek iyilik, birine iyilik yapmanın güzel olduğu zamanlarda değil, zor olduğu zamanlarda ortaya çıkar. Her şeyin haklı gerekçesi bulunabilir ama iyiliğin gerekçesi yoktur. İyilik, sadece içten gelen bir dürtüdür. İnsanın kalbinde bir ses olur, “yap” der, o kadar. Birine inanmak büyük cesaret ister. Ama bazen bir insanın yeniden doğması için sadece birinin inanmasına ihtiyaç vardır. Bir kapı açmak, bir el uzatmak, bir bakışla “sen hâlâ insansın” diyebilmek…
İşte dünyayı değiştiren şey tam olarak budur.
Birine güven vermek, onu değiştirmek değil; ona kendisini hatırlatmak demektir. İnsan kendini unutuyor bazen. Dışlanınca, sevilmeyince, değersiz hissettirildiğinde kendi varlığını unutur hale geliyor.
Bu hikâyedeki iyiliğin beni en çok etkileyen yanı, karşılıksız oluşuydu. Ne takdir beklentisi vardı, ne teşekkür. Sadece olması gerekeni yapmıştı, iyiliğin doğasında bir tür teslimiyet var. İyilik, insanın Allah’a duyduğu güvenin bir yansımasıdır. Yani sen birine iyilik yaparken aslında “ben doğru olanı seçiyorum” diyorsun. Ve işte o inanç, yapılan şeyi güzel kılıyor.
Bu davranış da şunu gösteriyor: Gerçek iyilik, büyük sözlerin arasında değil, sessiz davranışların içinde yaşar. İyilik fark edilmek için yapılmaz; çünkü fark edilmek isterse gösteriye dönüşür. Oysa en derin iyilikler, kimsenin görmediği anlarda yapılır. Bir insanın arkasından iyi konuşmak, kimse bilmeden yardım etmek, yargılamadan dinlemek... Bunlar, insanlığın görünmeyen ama en sağlam temelleridir.
Biz bazen dünyayı değiştiremeyeceğimizi düşünürüz. Ama birinin hayatına dokunmak, zaten dünyanın bir parçasını değiştirmektir. Bunu yapan insanlar hâlâ var. Belki bir öğretmen, bir komşu, bir arkadaş… Küçük bir davranışıyla içimizi yumuşatan, güven duygusunu hatırlatan insanlar. Birini değiştirmeye çalışmadan, sadece anlayarak… Tıpkı o hikâyedeki gibi.
Evet, böyle insanlar hâlâ var. Ama onları aramak yerine biz de onlardan biri olabiliriz. Birine el uzatmak için neden bekliyoruz ki? Birini yargılamadan dinlemek, birine “haklısın” demek, birinin yükünü hafifletmek… Bunlar küçük gibi görünür ama bir kalbin yönünü değiştirir. Çünkü birine iyilikle davranmak, Allah’ın bize gösterdiği merhameti yaşatmaktır.
O yüzden bu kitabı her hatırladığımda o davranışı düşünüyorum. Bir kapının açıldığı o anı... Kelimelerin bittiği, insanlığın başladığı o anı. Ve içimden hep şu geçiyor: Ne olursa olsun, kalbini kapatma.
Birinin hayatına dokunmak, belki de bu dünyada yapabileceğimiz en anlamlı şeydir.
Kırılma ihtimaline rağmen kalbini açık tutmak kolay değildir. Ama bir insan bunu yaptığında, o iyilik bir şekilde yolunu bulur. Bazen yıllar sonra, bazen bambaşka bir insanda... Ama mutlaka bir yere ulaşır.
Bir insanın kalbinde böylesine güçlü bir merhamet taşıması bana hep sessiz bir bilgelik gibi gelir. Kötülüğü görür ama kendisi kötü olmaz. Haksızlığa uğrar ama kalbini kapatmaz.
Birini değiştirmek için değil, sadece doğru olanı yapmak için iyi davranmak... İşte gerçek güç bu.
O sahneyi düşündükçe hep aynı şey aklıma geliyor: İyilik konuşmaz, bağırmaz, kendini anlatmaz.
O an fark etmesen de içinde bir şey değişir. Belki daha sabırlı olursun, belki daha anlayışlı. Birinin sana gösterdiği o küçük anlayış, sende başka birine karşı yumuşaklık olur. İyilik işte böyle yayılır; gösterilmeden, söylenmeden, sessizce.
Bu yüzden ben Sefiller’i düşündüğümde hikâyenin büyüklüğünden çok, o küçük davranışın sade güzelliğini hatırlıyorum. Birinin başka birine inanması, bir kapının açılması, bir yargının susması... İnsanı değiştiren şey bunlar. Ve o davranışlar bize hep aynı şeyi hatırlatıyor: Karanlık hiçbir zaman ışığı yenemedi, yeter ki birinin kalbinde biraz iyi niyet kalsın.
Belki de tüm bu hikâyeden sonra sormamız gereken tek soru şu: Birinin yeniden iyiliğe inanabilmesi için, biz bir kapı açabilir miyiz?




Yorumlar