İçimdeki Yolculuk
Kişisel Blog


Matrix (1999)
Matrix, izleyene iki şey veriyor: hem inanılmaz bir görsellik hem de derin bir sorgulama. Neo’nun kırmızı hap seçimi aslında hepimizin hayatında verdiği küçük büyük kararların sembolü gibi. Kahin, Neo’ya “Sen zaten seçimini yaptın, şimdi sana düşen o seçimin nedenini anlamak” mesajını veriyor. Kader anlayışımızla benzer. Kahin’in bu yaklaşımı bana hep şunu düşündürür: İnsan bazen “doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım” diye kafasını yer ama aslında seçim yapılmıştır; artık ona anlam katmak gerekir.Üzerine çok fazla konuşulabilecek müthiş bir film bence.

Sil Baştan (2004) – Eternal Sunshine of the Spotless Mind
Bence bu film aşk filmleri arasında çok özel bir yerde duruyor. Çünkü klasik romantizmden farklı olarak aşkı kusurlarıyla, kırgınlıklarıyla ve unutma isteğiyle anlatıyor. Anıları silmek çözüm gibi görünse de aslında insanın kalbine kazınan şeyleri silemeyeceğini gösteriyor. Görsel dili rüya gibi, biraz da bilinçaltının karışıklığını yansıtıyor.
Sil Baştan, unutmanın değil, hatırlamanın ve kabullenmenin gerçek özgürlük olduğunu hatırlatan, hem duygusal hem de felsefi bir film.


Yaralı Yüz (1983) – Scarface
Bana göre bu film güç hırsının insanı nasıl yiyip bitirdiğini çok net gösteriyor. Tony Montana başta güçlü, korkusuz geliyor insana ama aslında içten içe çok zayıf biri. Ne kadar yükselirse o kadar yalnızlaşıyor. Filmi izlerken “her şeyin olsun ama huzurun olmasın, neye yarar?” diye düşündürüyor.

Baba (1972) – The Godfather
Film çok ağır ilerliyor ama içine girince bırakamıyorsun. Aile, sadakat, ihanet… hepsi çok gerçek hissettiriyor. En çok da insanların gücü eline alınca nasıl değiştiğini görmek etkiliyor. Baba, biraz sabır isteyen ama bittikten sonra izlediğine çok sevindiren filmlerden.


Esaretin Bedeli (1994) – The Shawshank Redemption
Hapishanenin ağır havası baştan sona her sahnede hissediliyor. İnsan orada yıllarını geçirmenin ne kadar zor olduğunu düşünüyor. Andy’nin umudunu bırakmaması, en zor şartlarda bile kendine bir yol açması çok etkileyici. Küçük şeylerden güç alması, aklına koyduğu şeyi sabırla yapması insana gerçekten ilham veriyor. Red’in bakışıyla anlatıldığı için yaşananları daha da derinden görüyorsun. Zaman geçtikçe dostlukları da güçleniyor ve bu bağ filmin en sıcak tarafı oluyor. Sonunda gelen özgürlük ise sadece bir karakterin kurtuluşu değil, izleyenin içine de işleyen bir ferahlık gibi geliyor.

Yeşil Yol (1999) – The Green Mile
Bu film insanın içine işleyen bir hikâye anlatıyor. Hapishane koridorlarında geçen ama aslında hayat, adalet ve merhamet üzerine çok şey söyleyen bir film. Özellikle John Coffey’nin masumiyeti ve içindeki iyilik, o ağır ortamda bir ışık gibi parlıyor. Onunla kurulan bağlar çok dokunaklı, yer yer izlerken boğazın düğümleniyor. Finali ise kolay kolay unutulmuyor; haksızlık, suçluluk ve vicdan kavramlarını uzun süre düşündürüyor.
Çok uzun, gösterişli sahneler yok ama duygusu öyle güçlü ki bitince sessiz kalıp üzerine düşünüyorsun.


Gladyatör (2000) – Gladiator
Roma döneminde geçen bu filmde, ihanete uğrayıp her şeyini kaybeden bir generalin arenada tekrar ayağa kalkma mücadelesi anlatılıyor. Savaş sahneleri çok etkileyici ama asıl dokunan şey karakterin onurunu hiç kaybetmemesi. O kalabalık arenalarda bile tek başına dimdik duruşu insana güç veriyor.
İzledikten sonra insanın aklında şu kalıyor: gerçek zafer, sadece kazanmak değil; inandığın şeyden vazgeçmemek.

Dövüş Kulübü (1999) – Fight Club
Film, dışarıdan bakınca kavga ve şiddet gibi görünüyor ama aslında çok daha derin. Günlük hayatın sıkıcılığına sıkışmış bir adamın içindeki öfkeyi, arayışı anlatıyor. Ve ''sahip olduklarımız mı bizi tanımlar, yoksa içimizde sakladıklarımız mı?” sorusunu sorduruyor. Bir de şunu düşündürüyor: hayatı gerçekten kendin mi yaşıyorsun, yoksa başkalarının kurduğu düzenin içinde mi sürükleniyorsun?


Lucy (2014)
Film aslında “insan beyninin tamamını kullanabilsek ne olurdu?” sorusundan yola çıkıyor. Başta sıradan bir kadınken istemeden bu güce sahip olan Lucy, yavaş yavaş bambaşka bir varlığa dönüşüyor. Aksiyon sahneleri hızlı, görsellik de güçlü ama en çok dikkat çeken şey insanın sınırlarını aşma fikri.
İzlerken bir yandan sürükleniyorsun, bir yandan da “bilgi güç müdür, yoksa yük müdür?” diye düşünüyorsun. Sonlara doğru biraz abartıya kaçsa da güzel bir film.

The Creator (2025)
The Creator gerçekten ilginç bir film. Yapay zekâ ve insanlar arasındaki ilişkileri işlerken hem aksiyon hem de karakterlerin duygusal yönlerini gösteriyor. Karakterlerin yaşadığı çatışmalar filmi düşündürücü kılıyor ve aksiyon sahneleri heyecanı koruyor. Genel olarak 2025’in izlemeye değer yabancı filmlerinden biri


Issız Adam (2008)
Film aslında aşkın sadece tutku olmadığını hatırlatıyor. Çok güçlü başlayan bir ilişki, karakterlerin kendi korkularıyla yüzleşememesi yüzünden yavaş yavaş tükeniyor. Sevginin devam etmesi için sadece hissetmenin yetmediğini, emek ve cesaret gerektiğini çok net gösteriyor. Özellikle ayrılık sahneleri, “birini sevmek bazen yanında kalmaya yetmez” duygusunu bırakıyor.

Sevginin Gücü (1994) – Léon: The Professional
Filmin en güzel yanı, iki yalnız insanın birbirinde güven bulması. Léon duygularını göstermeyen, sessiz biri ama küçük kızla tanışınca yavaş yavaş değişiyor. Onunla birlikte kahvaltı etmesi, çiçeğini paylaşması gibi küçük detaylar çok samimi geliyor. Bir yandan aksiyon var ama asıl akılda kalan şey aralarındaki bağ. Sonu hüzünlü olsa da izleyenin kalbinde sıcak bir yer bırakıyor.


Zamana Karşı (2011) – In Time
Fikir olarak çok ilginç bir film. İnsanların parayla değil, zamanla yaşadığı bir dünya var: cebindeki para yerine kolundaki saat seni hayatta tutuyor. Zenginler yüzlerce yıl yaşıyor, fakirler ise günlerini doldurmakta zorlanıyor. Bu düzenin adaletsizliği, bugünkü dünyayı da düşündürüyor aslında.
Aksiyon sahneleri heyecanlı ama en çok akılda kalan şey şu: yaşam süresinin sınırlı olduğunu bilmek, her anın değerini daha iyi hissettiriyor. Film bitince ister istemez “ben zamanımı nasıl harcıyorum?” diye düşünüyorsun.

Uyumsuz (2014) – Divergent
Bu filmde en dikkat çeken şey, genç bir kızın kim olduğunu keşfetmeye çalışması. Sistemin herkesi belli gruplara ayırdığı bir dünyada onun hiçbir yere tam oturmaması aslında çok tanıdık bir duygu. Macera sahneleri heyecan katıyor ama asıl akılda kalan, farklı olmanın bazen en büyük güç olduğunu göstermesi. İzlerken “ben hangi gruba ait olurdum?” diye düşünmeden edemiyorsun.


Yedinci Hayat (2017) – What Happened to Monday
Film, nüfusun arttığı bir gelecekte her aileye sadece bir çocuk hakkı tanındığı bir dünyayı anlatıyor. Fakat gizlice yediüz aynı olan kardeş doğuyor ve her biri haftanın bir günü dışarı çıkıyor. Fikir olarak çok sürükleyici çünkü her kardeşin aynı bedende farklı bir karaktere sahip olması hikâyeyi canlı tutuyor.
Aksiyon bol, temposu yüksek ama asıl akılda kalan şey şu: özgürlük ve kimlik için verilen mücadele. Bazı yerlerde abartılı sahneler olsa da farklı konusu sayesinde kendini izlettiriyor.

Black Mirror (2011–2019)
Bu bir film değil, her bölümü ayrı bir hikâye anlatan bir dizi. Ortak noktası ise teknolojiyle insan hayatının nasıl değiştiğini ve bazen nasıl karanlık sonuçlar doğurduğunu göstermesi.
Bazı bölümler çok rahatsız edici, çünkü izlerken “böyle bir şey yarın gerçekten olabilir” diyorsun. Kimisinde sosyal medyanın baskısını, kimisinde yapay zekânın kontrolünü görüyoruz. Hepsi de insana teknolojinin sadece kolaylık değil, aynı zamanda büyük bir risk olduğunu düşündürüyor.
Kısaca, keyifli izlenen bir dizi değil ama insanın kafasına kazınan ve uzun süre düşündüren bir yapım.


Transcendence (2014) – Transcendence
Bu filmde beni en çok düşündüren şey, “bilincin teknolojiye aktarılması” fikri oldu. Johnny Depp’in oynadığı bilim insanı kendi zihnini dijitale taşıyınca olaylar sadece yapay zekâ meselesi olmaktan çıkıyor, insanın varoluşuna dair sorulara dönüşüyor.
Film bazı yerlerde yavaş ilerliyor ama bu yavaşlık aslında sorgulamalar için alan açıyor. “Ölümsüzlük mümkün olursa gerçekten ister miyiz? Ve bunun bedeli ne olur?” soruları hep aklımda kaldı.
Transcendence, çok büyük aksiyon ya da hızlı olay örgüsü bekleyenler için olmayabilir ama insan–teknoloji ilişkisini merak edenler için kesinlikle izlenmeye değer. Bende bıraktığı his: merak, biraz ürperti ve bolca sorgulama.

La Casa de Papel (2017) – Money Heist
İlk sezonlarını izlerken gerçekten nefesimi tuttuğumu hatırlıyorum. Profesör’ün zekâsı, ekibin her bir üyesinin farklı hikâyesi ve o sürekli diken üstünde ilerleyen olay örgüsü izleyiciyi içine çekiyor.
Sadece bir soygun hikâyesi değil aslında; dostluk, güven ve ihanet gibi duyguları da işliyor. Karakterlerin maskeleri ve kırmızı tulumları kısa sürede akılda kalıcı bir simgeye dönüştü.
Her sezonunu aynı merakla izledim, bitene kadar ilgimi hep canlı tuttu.